Binlerce yıllık dünya tarihinde dünyayı değiştiren bir hayvan türü olmamıştır. “Şu hayvan diğerlerinden daha faydalı” diyebileceğimiz bir hayvan bulunmamaktadır. Hepsi muazzam bir düzen içerisinde kendilerine biçilen rolü kusursuz bir şekilde dünyanın yaratılışından beri oynamaktadır, hem de ne bir eksik, ne bir fazla. Peki, bu binlerce yıllık tarihte insan neler yapmıştır?
Çıplak kayaların arasında yaşarken ateşi bulmuştur, fayda gördüğü hayvanları tanımlayıp bunların ihtiyacı kadarını ehlileştirmiştir, faydalı gördüğü bitkileri tohumlamış, bunlarla toprağı işleyerek istediği yerde kendine bir hükümdarlık kurmuştur. İnsan düşünmüştür en özelinde. Fikirleriyle diğer insanları etkilemiştir, fikirlerinden bir amaç oluşturmuştur, insanları sözleriyle etkilemiş, onları bu amaç etrafında örgütlemiştir. Bu amacı beğenmeyenler olmuş, hepsi birlikte yine konuşarak orta yol bulunmuş, bulunamadığı noktada bunun için savaşılmıştır. İnsan Kahire’ye piramit dikmiş, Babil’e asma bahçeleri kurmuş, Bizans’ı sütun sütun örmüş, yine bir insan bu Bizans’ı tarihe gömmüştür. Tarihe gömen de yazılı, gömülen de. Tarihin sonuna doğru bu insan bilgisayarın başına oturdu ve sonra daha da bir türlü kalkamadı.
İnsan, ihtiyacı olmayan eşyaları sahip olmadığı paralarla elde etmek zorunda olduğu bir ortamda buldu kendini. Bir eve sahip olmak için 10 yılını ipotek altına almaktan hiç çekinmedi. Hatta bunu bir iş sahibi olmaktan sonraki 2. Hedefi haline geldi. Bunu binek “ihtiyacı” takip etti. Bu arada biraz yaşamaya enerjisi kaldıysa birini sevdi. Kalan enerjisini de evlilik sürecinde yine eşyalara boğularak tüketti. Çok şükür her şeyi var; evi, arabası, ağzına kadar eşyayla kurduğu bir yuvası… Ama bir şey eksikti. Yaratılış kodlarına cevap veremiyordu.
İnsan nedense böyledir işte. İstanbul’u fetheder, çağ açıp çağ kapatır da arkadaşlarından aşağıda bir “şey”e sahip olmama gibi hayali bir baskıyla kendini sıkar da sıkar. İnsan kendini maddiyat eksenine bir kere koydu mu, sırtında çuvalla parayla gezse de ne yediği ekmek, ne de içtiği su onu doyurabilir. Parası olur, çocuklarını parayla mutlu eder. Bu çocuklar da yine madde düzeninde bu kurallarla yetişir, büyür. Sürecin sonunda da anne babadan daha da maddeci bireyler ortaya çıkar. Tek sevilip sayılan şey para olur, dolayısıyla çok para getiren meslekler saygı görür, bunun haricindekiler hakir görülür. Madde odaklı yetiştiği için “Paralı” mesleğe ulaşmak için her yol mubahtır artık.
İnsanlar kanun yapmaya merak sardığından beridir kanunlarını sürekli olarak madde ortamının etrafında bina etmektedir. Maneviyatı dikkate alan ve işlevsel halde bulunan bir anayasa dünya üzerinde yoktur. İnsan bunların uygulamasına baktığında da adalet denilen şeyin o kadar da adil olmadığına şahit olmuştur. Adalet çerçevesinde görülen davalar toplum vicdanını rahatlatmamakta, haklarında hüküm verilen mahkumlar işledikleri suçun karşılığını ödemeye gelen birer müşteri haline gelmektedir. Suçun cezası suçluyu değiştirmemekte, bilakis insan cezaevi sınırını bir kere geçti mi, sonraki suçların işlenmesini kolaylaştırabilmektedir. Sonuçta sıradan bir bireydeki cezaevi algısı, cezaevinin kendisinden kat be kat daha kuvvetlidir. İnsan orada kendi cehennemini hayal eder bir nebze. Hiç kimse cezaevine girdiğinde bir süre orada kalıp çıkacağını düşünmez. Zihinlerdeki cezaevi tablosunda acımasız insanlar, suça bağımlı hale gelmiş suçlular ve sürekli gergin bir atmosfer vardır. Filmlerde tasvir edilen cezaevi sahnelerinin de etkisiyle bir cehennem simülasyonudur adeta. Beklentinin bu kadar kötü ve korkunç olduğu bir ortamda cezaevine girip orada da normal bir yaşam sürüldüğünün farkına varan bir manyağın durumunu bu çerçevede düşündüğümüzde, cezaevi süresi sonrasında bu insanın suça daha az meyilli olacağının garantisini verebilir miyiz?